|
| DÜNYANIN EN GÜZEL ÖYKÜLERİ 1 | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
Admin Admin
Mesaj Sayısı : 278 Yaş : 32 Kayıt tarihi : 09/12/07
| Konu: DÜNYANIN EN GÜZEL ÖYKÜLERİ 1 Paz Ara. 16, 2007 4:20 pm | |
| MATEO FALCONE - Prosper Merimee
GİRİŞ
Merimee büyük bir Fransız öykücüdür. Dünya onu, Bizet tarafından Opera’ya uyarlanan, onlarca kez filme aktarılan Carmen isimli eseriyle tanır ve eserleri içerisinde Mateo Falcone’nin özel bir yeri vardır.
Çocuktum, elime Dünyanın En Güzel Öyküleri isimli küçük bir antoloji geçmişti. Kitabın başlığı benim gibi genç bir okur için oldukça heyecan vericiydi ve Mateo Falcone, birçok başka öykünün arasında bir işaret feneri gibi ışıldıyordu.
Aradan uzun yıllar geçti. Belleğim binlerce yeni öykünün tazyikiyle mütemadiyen genişledi, genişledi. Bu genişleme, beraberinde birçok unutuşlar da getirdi. Ama Mateo Falcone'nin hatırası, bu unutuşlar arasında zümrüt gibi ışıldamayı sürdürdü.
Yıllar sonra bugün, birçok iyi öyküler övmüş, birçok kötü öykülere sövmüş biri olarak Mateo Falcone’nin neden Dünyanın En İyi Öyküleri arasında yer aldığını bildiğimi sanıyorum. Buna en büyük kanıt, antolojide yer alan diğer öykülerin hatırasının birer birer sönüp gitmesi, buna karşılık Mateo Falcone’nin beni her geçen gün biraz daha fazla heyecanlandırmasıdır.
İyi öykülerin birçoğunun ortak özelliği, okurlarına “NEDEN?” sorusunu sordurabilmeleri, bütün muhtemel yanıtları satır aralarında barındırabilmeleridir. Mateo Falcone üzerine çok düşündüm, onu tekrar be tekrar birçok kereler okudum, inceledim. Her cümle, her ayrıntı gözümde giderek daha çok büyüdü, insanlık durumlarımızın bütününe genişletilebilecek incelikler kazandı.
Arkadaşlarım bu öyküdeki şaşmaz kompozisyona, bu öyküdeki ifade duruluğuna, kurguya ve her şeyden önemlisi SORUNa dikkat etmelidirler. Zira, iyi bir öykücü olmak isteyen insanın tek bir öğretmeni vardır; İYİ ÖYKÜLER...
Öykü, Merimee tarafından 1829 yılında kaleme alınmış, büyük edebiyatçımız Yaşar Nabi Nayır tarafından 1945 yılında dilimize kazandırılmış ve Milli Eğitim Bakanlığı Yayınlarınca HİKAYELER isimli Merimee seçkisinde neşredilmiştir.
Eserin özgün çevirisinde kullanılan kimi sözcükler güncel olanlarıyla değiştirilmiş, çevirideki kimi aksaklıklar ve Türkçe söyleyişteki bozukluklar giderilmiştir.
MATEO FALCONE – Prosper Merimee
Porto-Vecchio’dan çıkılıp da kuzey batıya, adanın içlerine doğru gidildikçe arazinin hızla yükseldiği görülür, kocaman kayaların tıkadığı, ara sıra hendeklerin kestiği dolambaçlı patikalarda üç saatlik bir yürüyüşten sonra çok geniş bir fundalığın kenarına varılır. Fundalık, adaletin pençesinden kaçanların vatanıdır. Haber verelim ki Korsika çiftçileri, tarlalarını gübrelemek zahmetinden kurtulmak için, bazen bir orman parçasını ateşe verirler. Alevler lüzumundan fazla yayılacakmış, varsın yayılsın, onu mu düşünecekler? Yanmış ağaçların külleriyle iyice bereketlenen bu toprakları ekince iyi bir mahsul alacaklarından emindirler. Toplanması zahmetli olan samanlar bırakılıp da başaklar kaldırıldığında toprağın altında kalarak yanmaktan kurtulan ağaç kökleri, ertesi bahara çok gür sürgünler verir. Bunların boyları bir iki yıl içinde iki metreyi aşar. İşte bu sık çalılığa maki adı verilir. Bu fundalık, gelişigüzel birbirine girmiş ve karışmış türlü çeşit ağaçlardan meydana gelmiştir. İnsan burada, ancak elinde baltayla kendisine bir yol açabilir, öyle sık ve gür fundalıklar vardır ki yaban koyunları bile içine giremez. Şayet bir adam öldürdünüzse Porto-Vecchio fundalığına gidin. Bir tüfek, biraz barut ve beş on kurşunla orada emniyet içinde yaşarsınız. Kukuletalı, kahverengi bir yamçı almayı unutmayın, altta şilte, üstte yorgan vazifesin görür. Çobanlar size süt, peynir, kestane verirler, artık zabıtadan veya ölünün akrabalarından korkacak bir şeyiniz kalmamıştır, yalnız cephane tazelemek için şehre ineceğiniz zaman ayağınızı denk almanız gerekir. 1800 yılında, Korsika’da bulunduğum sıralarda Mateo Falcone’nin bu fundalığa yarım fersah mesafede bir evi vardı. Mateo, memleketin genel koşulları göz önünde bulundurulduğunda hayli zengin bir adamdı; kişizadeler gibi, yani işsiz güçsüz yaşar, çobanlarca dağlarda otlatılan sürülerinin geliriyle geçinirdi. Anlatacağım vakadan iki sene sonra kendisini gördüğüm zaman bana en fazla elli yaşında görünmüştü. Gözünüzün önüne ufak tefek fakat dinç bir adam getirin; kömür gibi kara, kıvırcık saçlar, bir gaga burun, ince dudaklar, iri ve cıva gibi gözler, çizme içi renginde bir cilt. Nişancılıktaki ustalığı, nişancıları pek bol olan memleketinde bile dillerde gezerdi. Mesela, Mateo bir yaban koyununa asla iri saçma ile ateş etmezdi; yüz yirmi adım mesafeden, kafasına veya küreğine nişanladığı bir kurşunla hayvanı yere sererdi. Tüfeğini geceleri dahi gündüzmüş gibi kullanırdı, hele ustalığına misal olarak öyle bir şey anlattılar ki, Korsika’ya yolu düşmeyenler kolay kolay inanamazlar. Seksen adım ötede yanan bir mum, mumun önüne de tabak büyüklüğünde şeffaf bir kağıt koyarlarmış. Mateo tüfeği omuzlayıp nişan alırmış, sonra mumu söndürürlermiş, aradan bir dakika geçince, zifiri karanlıkta ateş eder ve on atışın sekizinde kağıdı delermiş. Bu pek yüksek meziyetiyle Mateo büyük bir şöhret kazanmıştı. Tehlikeli bir düşman olduğu kadar, mükemmel bir dosttu da. İyilik yapmaktan hoşlanır, yoksulları korur bir adamdı. Porto-Vecchio kazasında herkesle arası iyiydi. Fakat hakkında kötü bir rivayet de vardı; Corte kasabasından kız almıştı. Güya orada, sevişmede olduğu kadar dövüşmede de pek tehlikeli sayılan bir rakibini, bir çırpıda temizleyivermiş. Adam penceresine asılı küçük bir aynanın önünde tıraş olurken bir kurşun yemiş. İşte bu işi yapanın Mateo olduğu söylentisi ortalığa yayılmış. Mesele örtbas edildikten sonra Mateo evlenmiş. Karısı Giuseppa ona önce üç kız (adam çileden çıkmış tabii), nihayet bir oğul vermiş; Mateo oğlunun adını Fortunato koymuş. Fortunato ailesinin ümidi, babasının isminin varisiydi. Mateo kızlarını hayırlı kocalara vermişti; babaları icabında damatlarının hançerleriyle şişhanelerine güvenebilirdi. Oğlu henüz on yaşındaydı, ama ilerisi için şimdiden ümit vaat ediyordu. Bir sonbahar günü, Mateo fundalıktaki bir düzlükte otlayan sürülerini yoklamak için karısıyla birlikte erkenden yola çıktı. Küçük Fortunato da onlarla birlikte gitmek istiyordu ama yol uzundu; hem evi bekleyecek birinin kalması gerekiyordu. Babası razı olmadı. Kim bilir, sonraları buna ne çok pişman olmuştur. Babası gideli bir iki saat olmuştu. Küçük Fortunato güneşe karşı rahatça uzanmış, mavi dağları seyrediyor ve gelecek Pazar, şehirde dayısı onbaşının evine akşam yemeğine gideceğini düşlüyordu. Ansızın bir silah sesiyle irkildi. Ayağa kalktı ve gürültünün geldiği tarafa döndü. Ardından intizamsız aralıklarla atılan ve gitgide yaklaşan başka silah sesleri işitildi. Nihayet ovadan Mateo’nun evine çıkan patikada dağlılar gibi külahlı, sakallı, üstü başı partal, tüfeğine yaslanarak güçlükle sürüklenen bir adam göründü. Kalçasına bir kurşun yemişti. Bu adam bir hayduttu. Gece şehre, barut tedarikine gitmiş, dönüş yolunda Korsikalı kolcuların pususuna düşmüştü. Zorlu bir müdafaadan sonra çekilmeye muvaffak olmuştu. Her kayanın arkasında durup, peşine düşen kolculara ateş ediyordu. Fakat askerlerle arasındaki mesafe azdı ve yarası yüzünden ele düşmeden fundalığa varmaya takati kalmamıştı. Fortunato’ya yaklaşarak dedi ki; - Sen Mateo Falcone’nin oğlu musun? - Evet - Ben Gianetto Sanpiero’yum. Askerler peşime takıldı. Sakla beni. Daha öteye gitmeye mecalim yok - Seni izni olmadan saklarsam sonra babam ne der? - Aferin oğlum, iyi etmişsin der. - Ne mâlum? - Çabuk sakla beni; geliyorlar. - Bekle, babam gelsin. - Bekleyeyim mi? Hay Allah müstahakını versin çocuk! Beş dakikaya kalmaz burada olacaklar. Haydi sakla beni, yoksa seni öldürürüm. Fortunato büyük bir soğukkanlılıkla cevap verdi; - Tüfeğin boş, şarjöründe fişek de kalmamış. - Bıçağım var. - İyi ama benim kadar hızlı koşamazsın ki. - Sen Mateo Falcone’nin oğlu değil misin? Evinin önünde beni yakalamalarına izin mi vereceksin? Çocuk, adamın haline acımış gibi görünüyordu; -Seni saklarsam bana ne verirsin Haydut, kemerine asılı duran meşin çantayı karıştırdı. Herhalde barut parası diye ayırmış olduğu beş franklık bir sikke buldu. Fortunato gümüş parayı alınca pek sevindi. “Sen hiç merak etme”, diyerek evin yanı başındaki büyük bir ot yığınının içinde kocaman bir delik açtı. Gianetto oraya büzüldü ve çocuk, biraz hava geçmesine imkan verecek ve fakat altında bir adam gizlendiğini hissettirmeyecek şekilde üstünü örttü. Üstelik vahşilere yaraşır, hayli ustaca bir hile düşündü. Gidip bir dişi kediyle yavrularını aldı, ot yığınının üstüne yerleştirdi. Bu suretle oraya yakın bir vakitte dokunulmamış olduğu intibaını verdi. Sonra evin yakınlarındaki patikada kan izlerini fark etti, bunların üstünü kuru samanlarla örttü. İşini tamamlayınca, güneşe karşı rahatça uzandı. Bir iki dakika sonra, sarı yakalı, kahverengi üniformalı bir baş gediklinin komutası altında altı asker Mateo’nun kapısına dayandı. Bu adam Falcone’nin uzaktan bir akrabasıydı. İsmi Theodoro Giamba’ydı; haydutların pek korktukları, gayretli bir adamdı. Fortunato’ya yaklaşarak; - Merhaba hısımım, dedi, koca adam olmuşsun be! Şimdi buradan geçen bir adam gördün mü? Çocuk, saf bir tavırla; - Yok ağabey, daha senin kadar büyümedim, cevabını verdi. - Büyürsün merak etme. Onu bırak da, buradan bir adam geçti mi, onu söyle? - Bir adam mı? - Evet, kara kadifeden sivri külahlı, sarı ve kırmızı işlemeli ceket giymiş biri. - Sivri külahlı, sarı ve kırmızı işlemeli ceket giymiş biri mi? - Evet, çabuk söyle, söylediklerimi tekrarlayıp durma. - Bu sabah papaz efendi, Piero isimli atıyla buradan geçti. Baban nasıl dedi, ben de dedim ki... - Vay bacaksız vay! Bana külah giydirmeye mi kalkıyorsun? Çabuk söyle; Gianetto ne tarafa gitti? Elimle koymuş gibi biliyorum bu yana saptığını. - Ne biliyorsun? - Ne mi biliyorum? Senin adamı bal gibi gördüğünü biliyorum. - İnsan uyurken gelip geçenleri görür mü? - Uyumuyordun kerata; tüfek sesine uyanmıştın herhalde. - Tüfeklerinizin o kadar gürültü çıkardığını mı sanıyorsun? Babamın şişhanesi hepsinden iyi patlar. - Bana bak piç kurusu! Gianetto’yu gördüğünü gizlemeye kalkma. Belki de saklamışsındır onu. Haydi arkadaşlar! Girin eve, bakın bakalım herif içeride mi? Tek ayakla gidiyordu, öyle seke seke fundalığa erişmeye kalkacak kadar kafasız bir adam değildir. Hem, kan lekeleri de burada son buluyor. Fortunato için için eğlenerek; - Babam ne diyecek bakalım; kendisi yokken evine girildiğini öğrenirse ne der bakalım babam? Başgedikli Gamba, çocuğu kulağından yakalayarak; - Ulan Kerata, dedi, istersem sana bu ağızları şıp diye bıraktırırım? Kılıcımın tersiyle beş on tane indirdim mi dilin çözülüverir. Fortunato bıyık altından gülüyordu, nihayet azametle gürledi; - Benim babam Mateo Falcone’dir. - Bana bak! Seni Corte’ye veya Bastia’ya götürür, bir zindanda samanlar üstüne yatırır, ayağına zincirler vururum. Gianetto Sanpiero’nun nerede olduğunu söylemezsen, ipte sallandırırım seni. Bu gülünç tehdit üzerine çocuk bir kahkaha koyuverdi. Tekrarladı; - Benim babam Mateo Falcone’dir. Askerlerin biri usulca; - Başefendi, dedi, Mateo ile bozuşmayalım sonra. Gamba kararsız görünüyordu. Askerleriyle fısır fısır bir şeyler konuşuyordu. Bütün evi gezmiş, bir şey bulamamışlardı. Zaten bu arama uzun sürecek iş değildi, çünkü bir Korsikalı’nın kulübesi dört köşe bir odacıktan ibarettir. Eşya namına da bir masa, sıralar, sandıklar, av gereçleri, biraz kap kacaktan başkası bulunmaz. Küçük Fortunato o sırada kedisini okşuyor, askerlerle hısımının şaşkınlığına pek sevinir görünüyordu. Başgedikliyle mangası ne yapacağını bilemiyorlardı; geldikleri yana dönmek için artık ciddi ciddi ovaya doğru bakmaya başlamışlardı. Reisleri, Falcone’nin oğlundan tehdit yoluyla bir şey koparamayacağını anladığı için, son bir gayret sarf ederek çocuğu tatlılıkla yola getirmeyi denemek istedi. - Kardeş, dedi, sen pek gözü açık bir oğlana benziyorsun! Bu gidişle büyük adam olacaksın. Ama bana kötü davrandın. Hısımım Mateo’nun canı sıkılacak olmasa seni tutuklayıp götürürdüm. - Yapma! - Fakat Mateo gelince işi ona anlatacağım, yalan söylediğin için ağzından burnundan kan getiresiye dövecek seni. - Allah bilir! - Görürsün. Ama dur. Haydi inadı bırak da sana bir şey vereyim. - Sana bir şey söyleyeyim mi ağabey; biraz daha oyalanırsan Gianetto fundalığa varacak, o zaman da cihan bir araya gelse ele geçiremez onu. Başgedikli, cebinden bir gümüş saat çıkardı, en az kırk lira ederdi; küçük Fortunato’nun gözlerinin bir anda ışıldayıverdiğini fark edince, çelik kösteğinden tutup saati göstererek dedi ki; - Seni maskara seni! Şöyle bir saatin olsa da, boynuna taksan nasıl hoşuna giderdi. Porto-Vecchio sokaklarında tavus kuşları gibi kabara kabara dolaşırdın. Gelen geçen sorardı saat kaç diye, sen de onlara, işte saat, kendiniz bakın derdin. - Büyüdüğüm zaman dayım onbaşı bana saat alacak. - Güzel ama dayının oğlunun saati var. Hem, bunun kadar güzel de değil. Halbuki o senden yaşça küçük. Çocuk içini çekti; - Söyle bakalım, bu saati ister misin? Göz ucuyla saati süzen Fortunato, kendisine bütün piliç gösterilen bir kediye benziyordu. Kedi işin ciddi olmadığını sezdiği için pençesini uzatmaya cesaret edemez ve nefsine yenilmekten korkarak zaman zaman gözlerini öte yana çevirir. Ama durmadan dudaklarını yalamaktan da geri durmaz. Sanki hal diliyle efendisine, şakanın böylesi de pek zalimce der gibidir. | |
| | | Admin Admin
Mesaj Sayısı : 278 Yaş : 32 Kayıt tarihi : 09/12/07
| Konu: DÜNYANIN EN GÜZEL ÖYKÜLERİ 1 Paz Ara. 16, 2007 4:21 pm | |
| Bununla birlikte başgedikli Gamba, saati uzatırken pek ciddi görünüyordu. Fakat çocuk acı bir gülümsemeyle ona; - Benimle ne diye eğleniyorsun? dedi. - Ne eğlenmesi be yahu? Bana Gianetto’nun yerini söyle, saat senindir. Fortunato inanmaz bir tavırla gülümsedi; sonra kara gözlerini başgediklinin gözlerine dikerek, sözlerine ne derece güvenileceğini anlamaya çalıştı. - Dediğimi yap, saati sana vermezsem apoletlerimi söksünler! Arkadaşlar şahidimdir, sözümden dönmem gayrı. Bunları söylerken saati durmadan Fortunato’nun suratına yaklaştırıyordu, o kadar ki, saat adeta çocuğun solgun yanaklarını yalıyordu. Konukseverliğiyle açgözlülüğü arasındaki mücadele çocuğun yüzüne yansımıştı. Çıplak göğsü kabarıp iniyor, boğulur gibi oluyordu. Saat de bir yandan sallanıyor, dönüyor, arada bir burnuna dokunuyordu. Nihayet çocuk, sağ elini usulca saate doğru kaldırdı. Parmaklarının ucuyla dokundu; saati avucuna alıp tarttı. Fakat başgedikli, kösteğin ucunu bir türlü bırakmıyordu. Kadranı mavimsiydi. Madeni yeni cilalanmıştı. Güneşte ışıl ışıl yanıyordu. Çocuğun içi gidiyordu. Fortunato sol elini kaldırdı, omuzu üzerinden, işaret parmağıyla, yaslanmakta olduğu ot yığınını gösterdi. Başgedikli derhal anladı, kösteğin ucunu bıraktı; Fortunato artık saatin tek sahibi olduğunu hissetti. Bir geyik çevikliğiyle fırladı ve ot yığınından on ayak uzaklaştı. Askerler yığını didiklemeye başlamışlardı. Otların kımıldadığını görmekte gecikmediler; kanlar içinde bir adam çıktı samanlar arasından. Bıçağı elindeydi. Soğumuş yarası ayakta durmasına imkan vermeyince yere yığılıverdi. Başgedikli adamın üstüne atıldı, bıçağını elinden aldı. Askerler, karşı koymasına meydan vermeden adamı sımsıkı bağladılar. Yere uzatılan ve bir odun demeti gibi kıskıvrak bağlanan Gianetto Sanpiero, başını, kendisine yaklaşmakta olan Fortunato’ya çevirdi. Öfke ve tiksintiyle; - Kalleşin oğlu! diye haykırdı. Çocuk, ondan aldığı paraya artık hakkı olmadığını hissederek gümüş parayı adama fırlattı. Fakat haydut bu harekete aldırmadı bile. Büyük bir soğukkanlılıkla başgedikliye dedi ki; - Azizim Gamba, yürüyecek halde değilim; beni şehre kadar götürmeye mecbur olacaksınız. - Demin bir yaban keçisinden hızlı koşuyordun; ama merak etme. Seni ele geçirdiğime öyle memnunum ki, bir fersah mesafeye sırtımda taşısam yorulmam. Ağaç dallarından sana bir sedye yapar, kaputunu üzerine sereriz. Crespoli çitliğinde de bir at buluruz. - Pekala, ama sedyeye biraz saman da koyun ki daha rahat edeyim. Askerlerin bir kısmı, kestane dallarından bir sedye çırpıştırmaya, bir kısmı da Gianetto’nun yarasını sarmaya uğraşırlarken, Mateo Falcone ile karısı, fundalığa çıkan bir patikada beliriverdiler. Kadın kocaman bir kestane çuvalını sırtlamış, iki büklüm ilerliyor, kocası ise biri omzunda diğeri elinde iki tüfekle kurula kurula yürüyordu. Çünkü Korsika’da bir erkeğin, silahlarından başka bir yük taşıması şanına yakışmaz. Askerleri görünce Mateo’nun aklına gelen ilk şey, bunların kendisini tutuklamaya geldikleri oldu. Ama nereden aklına gelmişti böyle bir şey? Mateo’nun hükümetle ne gibi bir alışverişi vardı ki? İyi bir şöhret sahibiydi. Namuslu bir adam olarak tanınırdı; fakat Korsikalı ve dağlıydı ve dağlı Korsikalılar içinde, vicdanlarını iyice yoklayacak olduklarında orada adam vurmak, bıçak oynatmak gibi birtakım ıvır zıvır keşfetmeyecek pek az kimse çıkar. Mateo’nun vicdanı herkesinkinden müsterihti çünkü tüfeğini bir adama çevirmeyeli on seneden fazla olmuştu. Yine de ihtiyatlı bir adamdı, icap ettiğinde kendisini müdafaa edebilecek bir vaziyet aldı. Karısı Giuseppa’ya - Hatun, dedi, çuvalını yere koy, tetik dur. Kadın, hemen eşinin dediğini yaptı. Mateo omzundaki silahı ona verdi. Elindekini doldurdu, yolun kenarındaki ağaçların dibinden, en küçük bir husumet hareketiyle karşılaştığında kendisini hemen en kalın ağacın arkasına atmaya hazır vaziyette ağır ağır ilerledi. Karısı yedek tüfeğini ve fişekliğini taşıyarak pek yakından eşini takip ediyordu. Çarpışma başladığında bir ev kadınının vazifesi kocasının tüfeklerini doldurmaktır. Öte yandan başgedikli, Mateo’nun bu şekilde adımlarını saya saya, tüfek elde, parmak tetikte yürüdüğünü görünce çok telaşlandı. Ya kazara Mateo, Gianetto’nun akrabası, yahut dostu idiyse. Onu korumaya kalkışırsa, iki tüfeğinin ateşi, postaya verilmiş mektup kadar emin biçimde en az iki üç askeri temizlerdi. Ya akrabalık dinlemeden kendisini nişanlayacak olursa! Şaşkınlık içinde cesurca bir karar verdi, eski bir ahbap sıfatıyla yanına yaklaşıp kendisine meseleyi anlatmak için Mateo’ya doğru tek başına yürüdü; fakat kendisini Mateo’dan ayıran o kısa mesafe kendisine pek uzun göründü. - Vay! İki gözüm, neredesin, ne alemdesin yahu? Beni tanıdın mı, hısımın Gamba. Mateo hiç cevap vermeden öylece durmuştu. Gamba konuştukça, tüfeğinin namlusunu usulca kaldırıyordu. Öyle ki, başgedikli yanına geldiğinde namlunun ucu havaya çevrilmişti. Baş gedikli elini uzatarak; - Merhaba kardeş, dedi, hanidir görüşmedik. - Merhaba kardeş. - Yolum düştü de sana. Hem hısımım Pepo’ya geçerken bir merhaba diyeyim dedim. Bugün uzun bir takip yaptık ama zahmetimize değdi. Güzel bir av ele geçirdik, Gianetto Sanpiero’yu ele geçirdik. - Allah razı olsun. Geçen hafta bir süt keçimizi çalmıştı. Bu sözler Gamba’nın yüzünü güldürdü. - Ne yapsın biçare, dedi Mateo, karnı açtı herhalde. Gamba bu kez biraz küçük düşmüştü. Bu hal üzere sözüne devam etti; - Herif aslanlar gibi dövüştü; askerlerimden birini öldürdü. Bu da yetmezmiş gibi Chardon çavuşun da kolunu kırdı; ama üzülmeye değmez, haydudun teki. Herif öyle ustaca saklanmış ki, şeytan bile yerini bulamazdı. Bizim Fortunato olmasaydı, adamı bulamayacaktım. Mateo şaşkınlıkla; - Fortunato mu? diye haykırdı. Eşi Giuseppa aynı hayretle tekrarladı; - Fortunato! - Fortunato ya! Gianetto nah şuradaki ot yığınının altına yatmış, ama bizim Fortunato adamın yerini gösterdi. Dayısı onbaşıya söyleyeceğim, ona bu zahmetine karşılık güzel bir hediye göndersin. Savcıya göndereceğim raporda hem onun adını hem de seninkini anacağım. Mateo alçak bir sesle; - Yazıklar olsun, diye mırıldandı. Askerlerin yanına gelmişlerdi. Gianetto sedyenin üzerine uzanmış; yola çıkmaya hazırdı. Mateo’yu Gamba’nın yanında görünce horlarcasına gülümsedi; sonra evin kapısına dönüp eşiğe tükürerek; - Kalleşin evi! dedi. Mateo Falcone hakkında bu kalleş sözünü ancak kellesini koltuğuna almış bir adam söyleyebilirdi. Tekrarlanmasına hacet kalmadan, bir bıçak darbesi derhal hakaretin cezasını keserdi. Halbuki Mateo, bitkin bir adam gibi elini alnına götürmekten başka bir şey yapmadı. Fortunato, babasının geldiğini görünce eve girmişti. Az sonra bir süt çanağıyla dışarıya çıktı. Gözlerini yere indirerek çanağı Gianetto’ya uzattı. Haydut, adamı yerin dibine geçirecek bir sesle; - Defol karşımdan, diye haykırdı. Sonra askerlerden birine dönerek; - Arkadaş, dedi, biraz su ver. Asker matarasını uzattı, haydut, biraz evvel çarpışmış olduğu adamın uzattığı suyu içti. Sonra ellerini arkasında değil, göğsü üstünde kavuşturarak bağlamalarını istedi. Rahat yatmayı severim diyordu. İsteğini yerine getirdiler, sonra başgedikli hareket işaretini verdi. Mateo’yla vedalaştı. Fakat adamdan bir cevap alamadı. Ovaya doğru hızlı adımlarla yürüdüler. Mateo, on dakika kadar ağzını hiç açmadı. Tüfeğine yaslanmış, müthiş bir öfkeyle gözlerini oğlundan ayırmıyordu. Çocuk endişeli gözlerle bir anasına, bir babasına bakıyordu. Nihayet Mateo, sakin ama kendisini iyi tanıyanları dehşete sürükleyecek bir sesle; - Güzel bir başlangıç, dedi. Çocuk yaşlı gözlerle, dizlerine kapanmak ister gibi ileri atılarak; - Babacığım! diye ağladı. Fakat Mateo haykırdı; - Uzak dur benden! Çocuk, babasından bir iki adım ötede durdu, taş kesildi ve hıçkırmaya başladı. Giuseppa yaklaştı. Saatin, bir ucu Fortunato’nun gömleğinden dışarıya sarkan kösteğini görmüştü. Sert bir sesle sordu; - Kim verdi sana bu saati? - Başgedikli ağabey. Falcone saati kavradı, var gücüyle bir taşa fırlatarak paramparça etti. - Hatun, dedi, bu çocuk benden mi? Giuseppa’nın esmer yanakları tuğla kırmızısına döndü; - Ne diyorsun Mateo? Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu senin? - Öyleyse bu çocuk, bütün sülalemiz içinde bu kalleşliği eden ilk insandır. Fortunato’nun hıçkırıkları ve iç çekişleri tekrar hızlandı, Falcone o yaban kedisi gözlerini ondan hiç ayırmıyordu. Nihayet tüfeğinin dipçiğiyle yere vurdu, sonra tüfeği omuzladı ve Fortunato’ya peşinden gelmesini söyleyerek, tekrar fundalığın yolunu tuttu. Çocuk itaat etti. Giuseppa, Mateo’nun arkasından koşup kolunu tuttu. Kara gözlerini kocasının gözlerine dikerek, titrek bir sesle; - Oğlundur, dedi. Mateo cevap verdi; - Karışma. Babası benim. Giuseppa, çocuğunu bağrına bastı ve ağlayarak kulübesine girdi. Meryem Ana’nın sureti önünde diz çökerek kendinden geçercesine dualar etti. Bu sırada Falcone, patikada iki yüz adım kadar yürüdü. Bir küçük hendek görünce durdu. Hendeğin içine girdi. Tüfeğinin dipçiğiyle toprağı yokladı. Yumuşak ve kazılmaya elverişli buldu. - Fortunato, şu iri taşın yanına git. Çocuk, babasının dediğini yaptı, sonra diz çöktü. - Dua et. - Babacığım, babacığım, öldürme beni. - DUA ET!!! Çocuk kekeleyerek ve hıçkırarak, Pater ve Credo dualarını okudu. Babası her duanın sonunda yüksek sesle amin diyordu. - Bildiğin dualar bu kadar mı? - Ave Maria ile teyzemin öğrettiği ilahiyi de biliyorum. - Uzun sürer ama ziyanı yok. Çocuk, ilahiyi bitkin bir sesle tamamladı. - Bitirdin mi? - Aman babacığım, kıyma! Bağışla beni! Bir daha yapmam! Onbaşı dayıma yalvarır yakarırım, Gianetto’yu affederler. Çocuk konuşa dursun, Mateo tüfeğini doldurmuş, Allah taksiratını affetsin diyerek nişan almıştı. Çocuk ayağa kalkıp babasının ayaklarına kapanmak için son bir gayretle davrandı ama vakit bulamadı. Mateo ateş etti, Fortunato, cansız, yere serildi. Mateo, cesede bir göz bile atmadan, oğlunu gömmek için bir bel küreği almak üzere kulübeye gitti. Henüz birkaç adım atmıştı ki, tüfek sesi üzerine telaşla dışarıya koşan Giuseppa’ya rastladı. Kadın; - Ne yaptın? diye haykırdı. - Hak yerini buldu. - Çocuk nerede? - Hendekte. Şimdi gömeceğim. Bir Hıristiyan gibi öldü. Ruhuna bir ayin yaptıracağım. Damadım Theodoro Bianchi’ye haber verin, gelip bizimle otursun.
SON | |
| | | | DÜNYANIN EN GÜZEL ÖYKÜLERİ 1 | |
|
Similar topics | |
|
Similar topics | |
| |
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |