İTALYAN HAVA KUVVETLERİNİN REYKJAVİK'TE PÜSKÜRTÜLÜŞÜ - Halldor Laxness
GİRİŞÇocukken atlasları çok severdim. Elime türlü renklerde ispirtolu kalemler alır sabahtan akşama kadar atlas paralardım. Kocaman devletler, küçücük şehirler, dağlar, dereler, çöller, nehirler, kıstaklar, boğazlar gözümde büyür büyür, kocaman bir evren olurdu.
Her erkek çocuğu gibi ben de askeri meselelerle bilhassa ilgileniyordum. Bu yüzden en sevdiğim atlaslar tarihe ilişkin olanlarıydı. Zira tarih dediğimiz, savaşlardan başkası değildir. Kendime haritada stratejik mevkiler belirler, küçücük kafamda türlü çeşit harekat planları yapar, oraya buraya hayali ordular çıkarır, ele geçirdiğim her toprağı ispirtolu kalemle çizip karalar, kağıttan imparatorluğumun harita üzerindeki yayılışını izlemekten büyük haz duyardım.
O zamanlar pek merak ettiğim, pek çok düşlediğim bazı diyarlar vardı ve bunlardan biri de İzlanda'ydı. Bu küçücük ülkeyi nereye koysam olmuyordu. Tarıma ve yerleşime elverişsiz arazilerle, devasa buzullarla kaplı, tenha ve işe yaramaz bir ada olduğunu biliyordum oranın. Ama ansiklopedilerden devşirdiğim yalapşap bilgiler bana İzlanda'ya dair başka şeyler, ve ama pek sevimli şeyler de öğretmişti. Bu yüzden hiçbir emperyal düşümde, İzlanda'ya dokunmadım.
Yıllar sonra, dilimizde pek nadir karşılaşılabilecek o tuhaf seçkilerden birinde -ismi İSKANDİNAV ÖYKÜLERİ ANTOLOJİSİ idi- bir İzlanda öyküsüne rastladığımda, bu küçük ada devletiyle ilgili düşüncelerimde yanılmadığımı anladım. O öyküyle beraber, atlaslara olan inancım azaldı. Bu uzak adanın sıcak insanlarından biri, bana pek yakın bir öykü anlatıyordu. Bu öyküyle, haritaların o karmaşık işaretler sistematiği orta yerinden çatırdadı, sarı turuncu dağ silsilelerinde, yeşil mavi akarsularda, tuhaf paralel ve meridyen çizgilerinde aşina olduğumuz insan yüzleri belirdi. Taşın toprağın değil, insanın coğrafyasıydı bu, ve bana atlasların öğretemeyeceği şeyler fısıldıyordu.
İzlanda'nın yetiştirip bağrına bastığı ve dünyanın, nobel edebiyat ödülüyle onu bir vatandaşı gibi benimsediği büyük İzlanda'lı yazar Halldor Laxness'i saygıyla selamlıyorum.
Dünya edebiyatı, küçük küçük öykülerle vücut bulmuştur; hepsi de tek bir insan kadar sıradan ve ama tek bir insan kadar zengin öykülerdir bunlar. Bu öykü de, kuşkusuz onlardan biridir. Onu burada, Yekta Ataman'ın güzel Türkçesiyle sizlere sunmaktan onur duyuyorum.
İTALYAN HAVA KUVVETLERİNİN REYKJAVİK’TE PÜSKÜRTÜLÜŞÜ - Halldor Laxness
İzlanda, ordusu bulunmayan tek ülkedir dünyada. Bu yüzden üniformasız yaşamaktadır bu yoksul ada ulusu, hem de bu acayip giysilerin tüm rütbe ve işaretlerine aldırış etmeksizin.
Ama üniformalar hiç bilinmeyen şeyler değildir İzlanda’da. Dinsel Kurtuluş Ordusu, yurt dışından trompetler ve pirinçten yapılmış nefesli sazlar getirttiğinde, ulusa ilk üniformaları da bağışlamıştı. Bir süre sonra polisler de üniformayı benimsemişler, sonraları postacılara da Küba devrimcilerinin üniformalarından verilmişti. En sonunda, ülkenin bilgiç geçinen otel yöneticileri de kendilerini gösterince, İzlanda’da bir de piccolo kurumu oluşmuş, bu İtalyan rütbesinin işaretleri çok şık bir üniformaya oturtulmuştu. Bu rütbe, oynak ringa balığı nafakası üstüne, martılar ve balinalar gibi, oldum bittim kumar oynayan bu soğuk ülke milletinden hiç mi hiç saygı görmemişti.
İtalya’daysa durum oldukça değişiktir. O ülkede bir adam üniformasızsa, adamdan sayılmaz. En yüksek rütbeli adam, en acayip tür kumaştan, en inanılmaz renk ve desenli, en tuhaf kılaptan kurdeleli, tüylü, püsküllü, süslü üniforması olan adamdır; uzun konçlu çizmelerin, kuru ve sıcak havalarda dahi giyilmesi gerektiğini söylemek bile abestir.
Kafalı adamlar, bir sürü incik boncukla, kıvır zıvırla süslü gülünç giysilerle, milleti uzak çöllerde savaşmaya iten o kör tutku yüzünden, İtalya’nın ulusal servetinin neredeyse tamamen çarçur edildiğini söylerler. Roma’da Via Nazionale’de ilk kez gezintiye çıkan bir acemi yabancı, rastladığı ilk kişinin bir piccolo olduğunu hemen fark eder. Ne var ki hepsi bu değildir. Çöl aşıklarıdır bunlar, yani Faşistlerin ta kendisi; tantanalı giysilerine karşın, suratlarındaki o önemli ve vakur görünüşe dikkat etmemek elde değildir.
Ama geliniz biz yine İzlanda’ya, üniformaların derin anlamlarını bilmeyen, rütbe farklarını önemsemeyip balinaların ve öteki deniz canavarlarının tutkusunu yeğleyen –ki buna kuzey’in en renkli yaratığı olan ringa balığı bile tanıktır- bu garip adanın ulusuna dönelim.
Anlatılacak hikaye, yazın, yunusların Nautholsvik kıyılarına üşüştüğü sıralar geçmiştir. Olup bitenler Reykjavik’teki Hotel Geysir’e alınan yeni bir yardımcı çocukla ilgilidir. Bu yardımcı çocuğun adı Stefan Jonsson idi. Otelin büfesindeki kız, onun için şöyle delibozuk bir şiir söyleyip duruyordu;
Stebbi kaldırımda durup saman çiğniyordu
Saman çiğnenmeyecekti, çiğnemeseydi samanı Stebbi
Çiğnedi samanı, saman Stebbi
Üniforması ve İtalyan piccolo rütbesi dışında, o ilkbahar delikanlılığa daha yeni girmiş basbayağı bir çocuktu Stebbi. Yaşına göre boyu da zekası da ortadaydı. İzlanda’da yetişen her şey gibi şirin mi şirindi. Herkesi kendi eşiti sayar, herkese yardım için can atardı. Elinden gelen her şeyi yapmaya çalışır, herkesten de aynı şeyi beklerdi.
Şimdi bir de cafcaflı üniformaları içindeki İtalyan Faşistlerini görelim. Kendi ülkelerinde büyük bir içtenlikle sevilirler, saygı görürler. Yakışıklı ve gözde kişiler olduklarından, çöldeki çıplak zencileri boğup öldürecek zehirli gaz makinelerini gözleri kapalı işletecek denli kahraman ve yurtseverdirler. Böylece tüm dünya tanık olacaktır onların utkusuna. Kara barbarların kahramanlığa elverişli ülkesine indirilmeden önce, ak barbarlara ne cici giysilere sahip bulunduklarını, ne denli yakışıklı olduklarını göstermek istemişlerdi. Giderek, çölleri yönetmek için böylesi bir ustalığı olan kişilerce, dünyayı dize getirmenin pek doğal olacağını düşünüyorlardı. Bundan ötürü, bir gün, atladıkları gibi uçaklarına, topluca inip cicilerini gösterebilecekleri türlü çeşitli ülkeler seçtiler kendilerine.
Bu talihli ülkelerden biri de İzlanda’ydı. İtalyan Faşist uçaklarının büyük bir filosu, Vatnagardar’a indi. Her uçakta en aşağı gıcır gıcır iki üniforma vardı. Gecelerin en aydınlık olduğu, kırlarda düğün çiçeklerinin açtığı bir zamanda gelmişti konuklar. Uçaklarından dışarıya çıkar çıkmaz, gelişleri onuruna İzlanda’nın boydan boya aydınlatıldığını, her yörenin çiçeklerle donatıldığını Roma’ya bildirdiler. Danimarka’da yaşayan, ama büyük uluslara hayran İzlandalı bir tarihçi, bu telgrafların içeriğini pekiştirmek amacıyla Danca bir kitap yazdı. Başlarının üzerinde uçakların homurtusunu duyar duymaz ada yerlilerinin Büyük Güç’e karşı ne denli iyi davrandıklarını, sevinç ve şaşkınlıktan kendilerinden geçtiklerini, yabancıların tümünün başkentin sokak ve alanlarına döküldüklerini, yaşlı gözlerle birbirlerini öptüklerini belirtti.
Gel gör ki, şan ve ünün utkusu başka, gerçek başkadır. Gerçek olan şuydu ki, o gün akşama doğru, ana caddede postacılara, ya da otel yamaklarına benzeyen yabancılar kalabalığı arasında doğru dürüst yürümek dert olmuştu. Konuk yabancılar pırıl pırıl üniformalarıyla kaldırımda durup, ellerini kollarını savurarak konuşuyorlardı. Bazı serin kanlı yurttaşlar, kalabalıktan sıyrılıp öfkeyle; “ne arıyor burada Allahın belası züppeler?” diyorlardı. Hepsi bu.
Faşist subaylar kentin otellerine yerleştirilmişti. İşte tam o gün, Hotel Geysir’deki işine yeni başlayan Stebbi, piccolo üniformasını sırtına geçirmişti. İtalyan Faşistlerinden küçük bir topluluk da, Stebbi’nin üniformasına benzeyen giysileriyle aynı otele inmişlerdi.
Üniforması içinde kasılan Stebbi, otelin giriş kapısında durmuş, eleştiren gözlerle yabancıların üniformalarına bakıyordu. “Tenete, capitano, magnore” diyorlardı birbirlerine. Az buçuk İtalyanca da bilirdi Stebbi.
Otelde gürültü patırtı gırla gidiyordu. Sanki karşısındaki bir sağırmış gibi, birbirleriyle bağıra çağıra konuşuyorlar, konuşurken de ellerini kollarını savurup duruyorlardı. Yemek yerken dudaklarını şapırdattıkları, dişlerini emdikleri ve dillerini kesmek ister gibi bıçakları yaladıkları için garsonlar onları özel bir öfkeyle karşıladılar. Bir puro yakacak olsalar hangi ucunu ısırıp deleceklerini bilmiyorlar, genellikle yanlış ucu seçiyorlardı. Çok geçmeden, onların şuradan buradan toplanmış ve Atlantik’in ortasında denize atılacak serseriler topluluğu olduğunu düşünmeye başladılar.
Yemek salonundaki uzunca bir masada yiyeceklerdi yemeklerini. Konuşurken çıkardıkları patırtı yanında başkalarının konuşması mırıltı kalıyordu. Salona ikişer ikişer girerek, yemek masasında rütbe sırasına göre oturmuşlardı; böylece üniformaların saçmalığı masanın bir ucundan öteki ucuna değin kademe kademe yükseliyordu.
Masaya en son gelen Pittigrilli adında kara gözlü, kibar görünüşlü biriydi; göğsü öylesine ileri fırlamıştı ki, her adımda sanki geriye kaykılacakmış gibi oluyordu. Noel Ağacı olabilmesi için, gelin tellerinden süsler noksandı üstünde. İçeriye girer girmez, yurttaşları rap diye ayağa kalkmışlar, topuklarını vurmuşlar, oturmaları emredilinceye dek dilsiz kesilmişlerdi. Stebbi bunun iyi bir spor olduğunu sandı.
Garsonlar Pittigrilli’yi topluluğa ziyafet çeken birisi kabul ederek, çorbayı masanın ta öteki ucundan vermeye başladılar. Buna uygun olarak, etli yemeği de Pittigrilli’den en uzakta bulunan ilk adama verdiler elbette. Anlaşılması güç bazı nedenlerden ötürü konuklar arasında bir patırtıdır koptu. Garsonlar üçüncü turda da yemek dağıtma sırasını değişmeyince, Pittigrilli’yle yanındakiler ayağa kalktılar, başgarsonu çağırıp onunla kısa süre en güzel İtalyancayla –bir dakikada dört yüz sözcükten çok- konuştular, hem de elleriyle, ayaklarıyla birlikte. Başgarson, “teşekkür ederim” deyip saygıyla eğildi.
Derken otelin yöneticisiyle konuşmak istediler. Bu tuhaf gösteri bir süre daha sürüp gitti ve sonra oturup yine yemeklerine döndüler. Sıra daha sonraki yemeğe gelince, öncekilerde olduğu gibi, garsonlar alışkanlıkla Pittigrilli’yi yine en sona bırakarak dağıttılar yemeği. Bunun üzerine Pittigrilli ayağa kalkarak adamlarına yemek salonunu terk etmelerini emretti. Garsonlar olsun, öteki masalarda yemek yiyenler olsun dumanı tüten sıcak yemeklerinden birerle kol uzaklaşan topluluğa büyük bir şaşkınlıkla baktılar.
O akşam İtalyan konsolosu otele gelerek, yemek dağıtımında Pittigrilli’ye öncelik tanınmadığı takdirde konunun Dışişleri Bakanlığı’nın dikkatine arz olunacağını başgarsona bildirdi.
Başgarson, “teşekkür ederim” diyerek saygıyla eğildi ve bu konuda garsonlarıyla görüşeceğine söz verdi. Ama garsonlar parayı ödeyecek kişinin Pittigrilli olduğunu sandıklarını, ülkedeki lokantaların geleneğine göre parayı ödeyecek kişiye yemeğin en son verildiğini söylediler. Konsolos büyük bir coşkuyla; “Parayı ödeyen Benito Mussolini’dir” dedi.
Başgarson “teşekkür ederim” diyerek saygıyla eğildi. “Ama yurttaşlarınız geldiğinden beri İngilizleri otelimizde ağırlayamıyoruz. Dudaklarını şapırdatarak yemek yiyen kimselerle birlikte kalamazlarmış.” Konsolos; “bu beni ilgilendirmez” dedi, “Pittigrilli’yi küçümseyen Mussolini’yi küçümser, unutmayın.” Başgarson, “teşekkür ederim” diyerek bir kez daha saygıyla eğildi. Konuşma bitmişti.
Ertesi gün, Stebbi öğleyin paydos etti. Hava çok güzeldi, otelin giriş kapısı ve kaldırımlar güneş içindeydi. Stebbi kapının önünde duruyordu. Henüz üniformasını çıkarmak istemiyordu, çünkü güneş altın kaplamalı düğmelerinde, klaptanlı kemerinde, bir kase gibi başına oturan ve çenesinin altından bağlanmış altın yaldızlı kepinde pırıl pırıl parlıyordu. Kendi yaşındaki başka delikanlılar iş tulumları ve golf pantolonlarıyla gelip geçerken, üniforması içinde orada durmak çok hoştu. Bazen genç kızlar da yanından geçmiyor değildi hani.
Otelden iki Amerikalı çıktı. Stebbi’ye merhaba dediler, durup sigaralarını yaktılar ve gitmeden önce Stebbi’ye de bir sigara verdiler.
Hayır, hayır, içeriye girip üstünü başını değiştirmeye, yine olağan, hatta olağandan da öte bir kişi olmaya hiç niyeti yoktu. Stebbi’nin üstelik sigarası da vardı. Bir de sigarasını yakabilseydi süksesi tam olacaktı. Şimdi kim ona “Saman Stebbi” diye laf atabilirdi? Hayır, güneşin altında on dört yaşında bir delikanlı görünüşüyle, kaldırımda kusursuzluk örneği duruşuyla, sigarası ve üniformasıyla bir tanrı gibiydi o.